Zerrin Oktay yazdı : Postacı
Çocukluğumda bir postacımız vardı. İşini o kadar severek yapardı ki ne zaman nerede görsek yüzündeki gülümseme hemen bizim de yüzümüzde yansırdı.

O yıllarda binalarda posta kutusu kullanılmıyordu. Ya da belki bizim mahallemize henüz uğramamış da olabilir. Bu nedenle postacı tek tek kapıları çalar ve herkesin mektup ve diğer postalarını birinci elden teslim ederdi. Üstelik yalnızca zarfın üstündeki ismin sahibini değil, o kişinin evinde başka kim var kim yoksa tüm aileyi de tanır, bilirdi. Bana ‘Küçük Hanım’ diye hitap ederdi. Yolda, durakta, nerede görse, yeri gelir, caddeyi geçmeye de üşenmez, oracıkta mektubumu teslim ederdi. Babamın mektuplarını dört gözle beklediğimi bilirdi. Yalnızca beni değil, mahalledeki genç kızların tümünü kollar, sevgililerinden gelen mektupları el altından, gizlice teslim ederdi. Eğer denk gelmişse, gönderilecek mektupları da toplar, dağıtım işi bittiğinde postaneye götürürdü. Sanırım bu ek hizmetiyle en çok da yaşlı insanları sevindiriyordu.
Bana mektup yazmayı, ‘Küçük Hanım’ diye hitap eden o postacımız sevdirmişti. Babamın ölümü darbeden biraz önceye denk geliyor. Onu kaybettikten bir zaman sonra da mektup yazmaya devam ettim. Darbeden sonraki yıllarda erişebildiğim, düşünce suçundan yatan birkaç mahkûma ve askere giden arkadaşlarıma yazıyordum artık. Çünkü askerliğin de bir tür esaret olduğuna inandım hep. Belli bir konuda yazmıyordum. O güne ait herhangi bir zaman kesitini anlatıyordum. Caddeden karşıya geçen bir sokak kedisinin peşine düşen fareyi, trafikte sinirleri bozulan minibüs sürücüsünü, kutusu paramparça olmuş ayakkabı boyacısı çocuğun gözyaşlarını, o gün nelere tanık olmuş ya da ne keşifler yapmışsam, onları anlatıyordum mektuplarımda. Vermek istediğim iki mesaj vardı. Biri açık, biri de kapalı. Açık mesajım, “Yaşam devam ediyor ve ‘sen’ de varsın.” Kapalı mesajsa kendime yönelikti: Ben de varım.
İddia edilenin aksine, insan ilişkilerini muğlaklaştıran internet değildi. O sıcacık ilişkilere asıl 80 darbesi zarar verdi. Üzerimizi örten bulanık suların içinde, el yordamıyla benliklerimizi korumaya ve inadına yaşamaya çalıştık. Sonra internet geldi. İnsan insana diyaloglarımız artık eskisi gibi mürekkep kokmuyor olabilir ancak internet sayesinde yeniden filizlenmeye başladı. Keşke herkes bu konuyu benim kadar ciddiye alsa. Nasıl olsa ‘sanal’ diyerek her türlü çiğliği, ucuzluğu kendilerine ve çevrelerine yakıştırmaktan vazgeçseler. Artık postacı yolu gözlemiyoruz, buna karşın elimizin altında internet var.
Bu sabah beni postacı uyandırdı. Mektup değil ancak beklediğim bir kitap vardı. Kitabı teslim ederken gözlerime baktı ve gür sesiyle “Günaydın” dedi, “sizi de uyandırdım sabah sabah.” Daha bana uzattığı evrakı imzalarken kırk yaşında olduğunu, elli birinde emekli olacağını, günleri saymaya şimdiden başladığını bir solukta anlatıverdi. Yıllardır onun gibi güler yüzlü ve işini severek yapan bir postacı görmemiştim. Neden bilmiyorum ama sanki çocukluk yıllarımda bana ‘Küçük Hanım’ diye hitap eden o dünya tatlısı postacının kızı olduğunu düşünüyorum.
Zerrin Oktay